Blog, Öykü

MELEK DÜNDAR – DUT AĞACINDAKİ ZEYTİN

Zeytin Halise’nin anlattıklarını can kulağıyla dinlerken, bir yandan da sol ayağını oturduğu tahta sıraya vurarak heyecanını bastırmaya çalışıyordu. Arkadaşı art arda iki kez yutkundu. Birkaç gün öncesinden özensizce örüldüğü belli olan güneş sarısı saçlarının beliğini eliyle arkaya attırdı.

-İnanmazsan okuldan çıkınca bize gel, kendi gözlerinle görürsün.

– Eviniz okula yakın mı ki?

– Tabii kızım… Hemen şuracıkta…

Halise bunu söylerken havada hayali bir yer işaret etmişti.

– Sahiden gelsene, ders çalışıp yemek yaparız.

– Bilmem.

Gözünde canlandırmaya çalıştı Zeytin. Ama yeterli olmadı. Her şeyi boş verip arkadaşıyla giderse, yapacaklarını hayal etti. Kocaman bir sofra kurup, etrafında bağdaş kuracaklardı. Çalakaşık bir pilavdan, bir kuru fasulyeden, biraz da tarhana çorbasından yiyeceklerdi. Öyle lezzetliydi ki, tabak tabak yiyorlar, tadına doyamıyorlardı. Güveçte et de pişirirler miydi? Pilavın yanında ne güzel olurdu.

– Makarna da yapsak mı?

Halise sıra arkadaşına anlamsızca baktı. Tam ne dediğini anlamadım diyecekti ki, öğretmen sınıfa giriverdi. Ani bir atakla parlayarak ayağa kalktılar, öğretmenin “oturun” komutuyla da oturdular. Zeytin sorusuna yanıt alamamıştı. Başka hayallere dalıp gitmişti. İlkokulun ikinci sınıfını okuyorlardı. Öğretmen onlara haftanın günlerini öğreten yeni bir şarkı ezberletiyordu.

Haftanın günleri yedidir yedi,

Yedidir traylalaylay,

Yedidir traylalaylay yedidir yedi…

Akşam bu şarkıyı Bahçe Domatesi’ne de öğretecekti. Seneye okula başladığında onun her şeyi anında bilmesini istiyordu. Sınıfın gözdesi kardeşi olmalıydı.

Salatayı nasıl pişireceklerdi acaba? Kafasını çevirip arkadaşına baktı; kız kendinden geçmiş şarkı söylüyordu. Neyse onu da ben hallederim dedi usulca.

Eve gidince bir sürü yemek yapacaktı Halise. ‘‘Nasıl olur da hiç korkmaz?’’ diye geçirdi içinden Zeytin. Annesi olsa, katiyen sokmazdı yalnız başına mutfağa.

Kafasından bin bir türlü yemek çeşidi geçerken, son iki dersin nasıl geçtiğini ise anlamadı. Öğleden sonra saat üçte çaldı paydos zili. Kalbi genişlercesine atmaya başladı. Çalan zille, Halise Zeytin’in eline yapıştı. O da Zeytin’in gelmekten vazgeçeceğinden korkuyordu. Bakışarak anlaştılar.

– Peki ya bugün annenler ovaya gitmedilerse?

– Olur mu kızım, onlar daha ben kalkmadan gittiler.

– Yani???

– Yani, haydi yemek yapmayaa!!!

El ele verip koşmaya başladılar. Onları böyle telaşlı gören sınıf arkadaşları kenara çekildiler.

Zeytin evlerine doğru uzayan yoldan uzaklaştı. Köyün etrafını dolaşan derenin bulunduğu alana sapınca, içine bir karamsarlık yayıldı. İzinsiz gitmenin sızısıydı bu. Eve uğrarsa, izin çıkmayacağından bal gibi emindi. Aklından geçenleri arkadaşı fark etmemeliydi. Ona karşı cesur gözükmeliydi. Sıra sıra dişler gibi dizili beyaz badanalı köy evlerinin yanından koşar adım geçtiler. Yeni yerler keşfediyormuşçasına haz duydular. Merakına yenik düşüyordu ve anın tadını çıkarıyordu Zeytin.

Üzerine toprak parçaları yapışmış bir pulluğun olduğu çıkmaz sokağa girdiler. İri cüsseli bir adamı andıran, eskimiş mavi boyalı kapı… Köy evlerinin girişleri genellikle bu tip yapılırdı. Burası traktörler ve römorklar için kullanılırdı. Kapıların yanında insanların girip çıkmaları için yavru bir kapı daha bulunurdu.

Zincirlerle örülü paslı kilidi açtı arkadaşı. Eşikten atlayıp içeri girdiler. Hemen karşıda karanlık bir dam vardı. Avlu kocamandı. Bir tarafında köpek bağlıydı. Onlara hiç havlamadı.

Halise çantasını hayata koyup sınıf arkadaşını da yanına çağırdı. Zeytin etrafı incelemekle meşguldü. Hayvan tersi ve toprakla sıvanmış duvarın önünde gelişigüzel atılıvermiş eşyalar: Çapa, tırmık, kürek, kara kazan… Maşrapa da yerindeydi. İnşaat artığı üst üste yığılmış tuğlaların, kiremitlerin yanında nihayet büyükçe bir fırın… Her evde görülen beyaz badana yoktu burada. Rengârenk çiçek saksıları da… Acaba neden diye düşündü Zeytin, hayata çıkmak için ayakkabılarını çıkarırken.

Yer minderlerine oturdular. Önce çantalarını açıp derslerini yaptılar. Sonra yemek işine girişmek için davrandı Halise. Zeytin’in gözleri o ihtişamlı mutfağı aradı. Hayatın bir köşesinde o niyetle kullanılan tek tüpün, zeytinyağının, tuzun ve şekerin bulunduğu bir alan… Köy evlerinde genellikle böyleydi. Hatta ocaklık, evlerin olmazsa olmazıydı.

Zeytin merakla bekledi ne yapacaklarını. Yumurtaların bulunduğu bir sepetle çıktı odadan Halise. Ocaklığın başında asılı, altı isten kararmış iki kulplu sahanı kavrayıp tek tüpün üzerine oturttu. İçine zeytinyağını boca etti. Peki annesi kibriti ellemesine izin veriyor muydu?

Ocağın yanından kibriti de alınca Zeytin daha çok meraklandı. İçinden ince bir çöpü çıkardı. Sürterek yakmaya çalıştı; başaramayıp kırdı. İkinci çöpü de denedi, ilk sürtmede yandı. Ne müthişti; ikisi de birbirine gülümsedi. Halise elinde yanan alevle bağırdı.

– Tüpü açsana…

– Nasıl?

Tüpün üzerindeki kara düğmeyi gösterdi arkadaşı. Böyle açacaksın, böyle kapatacaksın. Zeytin şaşırdı. Daha önce hiç böyle bir deneyim yaşamamıştı. Evde yanıcı cisimlere dokunması yasaktı. Burada ise kendini alabildiğine özgür hissediyordu.

– Ben kibriti yakayım.

Bir çöp daha çıkardılar kutudan. İlk seferde yanan kibrit Zeytin’i ürküttü, harlanmış çöpü telaşla yere atıverdi. ‘‘Olmadı, sen onu yakıp buraya yaklaştır.’’ dedi Halise tüpün kafasını göstererek.

Şimdi çetin bir sınava sıra gelmişti. Annesi görse kim bilir nasıl kızardı. Etrafına bakındı. Acaba annesi bir yerlerden çıkar da elinde kibritle yakalar mı diye korktu Zeytin. Nasıl olsa buraya geldiğimi bilmiyor deyip rahatladı. Kutudan çıkardığı çöpü yakıp Halise’nin önündeki tüpe yaklaştırdı iyice, kara düğmenin çevrilmesiyle tutuşması bir oldu. Kızlar buna pek sevindiler. Yumurtaları birer ikişer çukur bir çinko tabağa kırdılar, yağın içine döküverdiler. Kızgın yağın kokusu yayıldı mis gibi. Yumurta kabuklarını toplayıp ocağın kenarına koydular. Tüpü kapatıp, pişen yumurtayı yere yaydıkları sofra bezinin üstüne taşıdı Halise bir tutaç yardımıyla.

– İşte yemeğimiz hazır…

Zeytin’in yüzünde başarmanın mutluluğu vardı. Çıkından şişkince bir ev ekmeği taşıyordu. Bu ekmek sert olduğundan kesilmesi de zordu. O yüzden, annesi önceden kesip sarmıştı. Çıkardılar birer dilim. İlk lokmada tuzunun fazla olmadığını fark ettiler. Neşeyle güldüler.

– Yemeğimiz tuzsuz olmuş, ama çok lezzetli neden acaba?

– Biz yaptık ya, ondan.

Yemekleri bittiğinde hava kararıverdi. Günler kısalmaya başladığından erkenden akşam çöküyordu. Zeytin ayakkabılarını giyip çantasını aldı, koşmaya başladı evlerine doğru. Annem merak etmiş midir diye geçirdi içinden. Meğer ne kadar kolaymış yemek yapmak… Tüpü yakmaksa zormuş. Kibriti çakmak daha da zor…

Bugün ciddi bir deneyim yaşamıştı. Daha neler yaşayacağını bilmeden depar atarcasına koştu. Evlerine yaklaşırken onu gören komşular yüzüne tuhaflıkla baktılar.

– Nerdesin Zeytin? Buban bütün köyde seni arıyo yaa…

Nihayet evlerinin kapısı göründü. Acaba babası gelmiş miydi ondan önce eve?

Hemencecik daldı içeri. Usulca kimseye görünmeden odaya girmek isterken, annesi dikildi karşısına. Kaşları çatık… Neden bu kadar kızmıştı ki?

– Nerdesin sen?!

Kafasını öne eğdi Zeytin. Annesi böyle sinirliyken ne yapacağı belli olmazdı.

– Baban köyün altını üstüne getirdi. Gelsin gebertecek seni!!!

Amma da büyütüyorlardı. Zaten bu tehdit pek umurunda olmadı Zeytin’in. Susup oturdu hayatın merdivenine.

Köpekleri Kurt yaklaşıp yanağını yaladı. Kardeşiyse karşısında ilgiyle ona bakıyordu. Arada burnundan akan sümüğü, üzerindeki mavi örgü ceketinin koluna siliyordu. Yanaklarında sümüklerden parlak bir iz oluşmuştu. Annesi bunu bile görmeyecek denli kızgındı. Gittikçe yaklaşan motor sesiyle ürktü küçük kız.

– Benim karnım tok…

Söyledikleri hiç duyulmadı. O sırada babası sokak kapısına dayanmıştı. Motorun çıkardığı sesle öfkesi doğru orantılıydı. Motordan kurtulup bir hışımla Zeytin’e doğru ilerledi. Patlamak üzere olan barut misali gözleri kızarmıştı.

– Nerelerde geziyon sen bakalım? Okuldan çıkınca doğru eve gelinceni bilmiyon mu?

-Baba ben…

– Sus konuşma. Getir Kaniye urganı.

– Ben…

– Asayım seni şu dut ağacına da aklın başına gelsin.

Daha ne olduğunu anlamadan Zeytin, kendini bahçenin ortasındaki ağaca bacaklarından asılmış buldu. Baş aşağı sallanırken gözü, kardeşinin zafer kazanmış alaycı sırıtışına takıldı. Neden geç kaldığını kimse merak etmemişti. Saatin sarkacına benzercesine, bir o yana bir bu yana sallandı.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir