1.) Dirliğiniz ve birliğinizle, sizinle röportaj yapmaya hazırım. Peki siz hazır mısınız? Merak ediyorum; Çağla Nalbantoğlu, hayatta daima hazırlıklı mı yaşar?
Öncelikle merhaba, her şeye ve herkese. Hayatta benim için en değerli kelime ile cümleye başlamanız beni etkiledi. Çünkü dirlik ve birlik önemlidir. Çağla Nalbantoğlu, her şeye herkes kadar hazırlıklı değildir ama hazırdır. Hazır olmakla hazırlıklı olmak arasında büyük bir fark var, ben hazırım.
Herkesten bir karış daha öfkeli ve gerginim. Yaşam sahnesindeki kamçılayıcı gücümdür, öfke. Ağızdan çıktığı kadar da kötü bir imaja sahip değil benim için. Evet, hazırız. Ben, öfkem ve keyfim.
2.) Kahr ve Fahr adında okuru yerin altına götüren kitaplarınız, 2021 yılında yayımlanmıştı. Biz de okur olarak denemelerinizi siz göçüp gitmeden okuma fırsatını yakalamıştık. Bir okur olarak sormak istiyorum, edebiyat yolculuğunuz ilk ne zaman ve nasıl başladı?
Okura hiçbir zaman gül bahçesi vadetmiyorum, maalesef. Okuru zorlamak ve anda tutmaktan yanayım. Klasik cevaplar vermekten kaçınmaya çalışsam da bu sorunuza maalesef klasik bir cevap vereceğim. Edebiyatla olan ilişkim,- ki o zamanlar bunun bir ilişki olduğunun farkında değildim pek – çocukluğumda başladı. Annemin öğretmen olması, eve sürekli olarak koli koli kitabın gelmesi ve özenle ceviz kitaplıklara dizilmesi gibi şeyler sonucunda bu ilişkiye hazır olduğumu hissetmiştim.
Herkesin evinde olması mümkün olan bordo kapaklı, altın renk süslemeli ve kabartmalı şiir antolojileriyle başladım işe. Sonrasında da devam etti. Bir şeyler yazmaya ise yedi yaşımda tuttuğum günlüklerle başladım ve o günlükler hiç durmadı, devam ediyor hala.
3.) Kitaplarınızda özgün bir üslubunuz var. Peki, bir üslup sahibi olmak nedir?
Üslup, bir eseri incelerken en çok dikkat ettiğim şeylerden biri. Birbirinin aynısı olan ama üslubu olmayan birçok şey okuyorum her gün. Üslup sahibi olmayı anlamak için üslubun size sahip olmasına ihtiyacınız var. Üslup da biraz lanet biri, öyle herkesi beğenmiyor. Üslup sahibi olmak için çeşitli çalışmalar yapmak mümkün lakin burada önemli olan, üslubun gelip sizde ve dolayısıyla yazdıklarınızda can bulması. Onun bedeninizdeki deriden farkı yoktur.
4.) Edebiyatta ortaya atılmış bir teori var. Okumadan da yazılabilir fikri. Yazar olunmaz, doğulur düşüncesi. Sizce bu teori doğru mudur? Okumadan yazılır mı? Okumanın faydaları nelerdir? Okumak dili yontar mı, şekillendirir mi? Okumadan da iyi işler ortaya konulabilir mi?
Bu teori, bir şehir efsanesi gibi yıllardır dillerde dolaşır durur. Okumak ve yazmak, birbirine bağlı şeyler ama bağımlı değiller. Çok iyi okurlar var, müthiş saygı duyuyorum fakat yazmanın direkt olarak çok okumakla alakası yok. Alanınıza uygun ya da alanınız dışında ama sizi besleyebilecek eserleri okumak, fayda sağlayacaktır. Farklı teknikleri görebilmek açısından çok kıymetlidir, okumak.
Yazmaya niyet etmiş ya da zaten yazarlığına devam eden birinin, kitabı bir okur gibi değil aç bir kurt gibi yiyip bitirmesi gerekir. Ben hiçbir zaman kitap okumam, kitabı çalışırım. Aklımda tek bir açık kapı kalmayana dek çalışırım. İşte, bunu yaptığınız takdirde yazmanıza bir katkısı olabilir ancak. Bu bağlamda sözlük okumayı ve kelime çalışmalarına ağırlık vermeyi de çok kıymetli buluyorum.
5.) Denemelerinizi Spotify'da seslendiriyorsunuz. Sizi çeşitli dergilerde ya da etkinliklerde görebilmek neredeyse olanaksız. Ancak sizi okumak isteyen, kitaplarınıza ya da seslendirmelerinize ulaşıyor, dergilere yazılarınızı göndermemenizin bir nedeni var mı?
Bu seslendirme olayı, temelinde sese olan inancımla alakalı bir konu aslında. İster dört yüz kelimelik bir deneme yazıyor olayım isterse de dosya hazırlıyor olayım, öncelikli işim ses’i bulmaktır. Yazdığım her eserin bir ses’i var. Ağzımızdan çıkan her kelimenin boşluğa çarpıp tekrar bize gelmesindeki ses’i arıyorum. Herkesin bana dönem dönem sitemli bir şekilde sorduğu şu soruya gelelim. Neden hiçbir yerde yoksun?
Aidiyetimin olmadığı ya da olmayacağını hissettiğim, tavrından ve üretiminden emin olamadığım hiçbir alanda yer almıyorum. İşin temel özeti, bu aslında. Sayısı belli bir okur kitlem var, hepsine çok kıymet veriyorum. Beni okumaları için kendilerine sınırlı bir alan sunduğum için de özür dilerim. Bu arada sektörde kötü işler kadar iyi işler de var. Genelde kimse bunu söylemiyor, sektör içindeki yozlaşmadan bahsediliyor genellikle. İyiyi söylemek ve iyi alanlar yaratmak, muhteşem. Bunları sektöre sağlamayı başarmış herkese teşekkür ederim! Derdimin salt iyi iş, iri bir tavır ve üretime devam etmek olduğunu anlatabilmişimdir umarım, bu soruya açıkça yanıt vermemi sağladığınız için yürekten bir teşekkür de Filtresiz’e.
6.) Yazdıklarınızda acıların olgunluğunu görüyoruz. Acının en olgunlaşmış haliyle yazdığınız denemelerinizin o sıcak tokadını hissediyoruz. Aynı zamanda bir yalnızlığı fark ediyoruz satırlarınızda. Yalnızlıkla hakikate ulaştıran bir yan. Kitaplarınızı okurken geçmişe dönüyor ve ardından gerçeğe, gerçeğe dönerken geleceği şekillendiriyoruz. Peki siz bir yazar olarak, okuru kendi özü ve benliğiyle tanıştırmak istiyor olabilir misiniz? Yoksa bir yazar olarak siz, gerçeğe ve hakikate, geçmiş ve gelecek arasındaki çizgiden mi varıyorsunuz?
Acı, pişmesi ve soğuduktan sonra servis edilmesi gereken bir x. Buradaki x’i ilerideki sorularınızda yanıtlayacağım. Denemelerimi yazarken hep Oruç Aruoba’nın ”Havada” şiirini anımsarım.
Burada/geçmiş ile gelecek/arasında gerili/sallanıyorum. Onun ve yüksek anksiyetemin bana armağanıdır, geçmiş ile gelecek arasında gerili sallanmak. Daha önceki sorunuzda yazdığımı tekrarlayacağım: Ben okura gül bahçesi vaat etmiyorum. Bir eseri okurken bana da gül bahçesi vaat edilsin, kırlarda koşan güleç yüzlü çocuklardan bahsedilsin istemiyorum. Okur, zorlanmalı. Zorlanmalı ki o bahsettiğiniz öz’ü hatırlasın. Hatırlamadığı sürece geçmişte gerili sallanmaya devam edecek. Ben okura geçmiş ipini sıkı tutmasını sık sık hatırlatıyor, gelecek ipini de kendi ellerimle önce kendi boğazıma sonra okurun boğazına geçiriyorum. Okuru, ipin tam orta noktası olarak hayal edin, orada, duruyor. İpin bir ucu bende, bir ucu tanrıda. Ölmek, tanrının ipi boğazlarımızdan acısızca çektiği andır. Ve ben o ana kadar tanrıyla aranızdakiyim. Geçmiş bende, gelecek tanrıda. Bugününüzü şekillendirebilmek için geçmişe, ölmek içinse geleceğe ihtiyacınız var. İşte, o bahsettiğiniz geçmiş ve gelecek arasındaki çizgide yani ipte gerili sallanırken durmanıza vesile oluyorum. Çünkü insan, sadece durduğunda anımsayacak, öz’ünü.
7.) Kitabınız Kahr’ın bir bölümünde yaş alan ve büyüyen bir karakterin nihilizm inancına saplandığını fark ediyoruz, sizce hiçlik nedir?
Okul sıralarında oturup yaş almaya başladığım günden beri dünyayla derdim var. Derdi olan herkes gibi ve herkes kadar nihilistim. Bazı noktalarda daha fazla inanıyorum hiçliğe, bazı noktalarda hiçlikle de ters düştüğüm oluyor. Yaşamın her anını ve her anlamını altılı yaşlarının ortalarında sorgulamaya başlamış bir çocuk için nihilizm ya da hiççilik, çok da öcü gibi bakabileceğim bir şey değil aslında.
Hiçlik, altı yaşındaki o çocuk için neyse otuz bir yaşındaki Çağla Nalbantoğlu için de aynı şey.
Mümkün olan her şeyin yitirildiği bir cüzdan.*
8.) Herkes yazar olabilir mi?
Evet, oluyor da zaten. Bunu kitap alışveriş sitelerinde yeni çıkanlar kategorisine girdiğiniz an, görebiliyorsunuz. Görmemeyi dilemek ya da gözlerinizi kapatmak gibi alternatifler mümkün.
9.) Deneme türünde eserler verdiniz. Edebiyatta deneme yazan nadir bir topluluk var. Siz de o koltuğun ilk sıralarında oturansınız. Peki deneme yazmanın zorluğu var mı? Yazarken sizi etkileyen bir şey var mı, ilham gibi? Varsa bunlar nelerdir?
O koltuğun ilk sıralarında oturmak yerine insanlara denemeyi anlatmayı yeğlerdim, anlatılmasını yeğlerdim daha doğrusu. Gerek edebiyat çevrelerince gerekse okurlar ve verilen klasik okul eğitimlerinde, deneme türünün ve denemeciliğin yeterince anlatılamadığını düşünüyorum. Ve bunu bugün değil, yıllardır böyle düşünüyorum. Deneme yazmanın tek bir zorluğu var, anda kalabilmek. Bunu başarabiliyorsanız çok iyi bir denemecisinizdir zaten. Şiir, öykü, roman ve diğer tüm kıymetli türler, dünyaya açılabilir. Deneme, açılmaz, teorisi gereği de açılmamalıdır zaten. Okura aktarmak istediğiniz bir an olduğunu düşünün. Okur, onu okuduğunda, metin bitmiş olsa dahi orada kalmalı. Bunu sağlayacak olan da denemecidir. Anda asılı kalan bir okur, o kitabı tekrar tekrar açmak ihtiyacı duyacaktır. Bu da bana kalırsa bir yazarın en büyük arzusudur. İlhama inanan biri değilim. Kuş geçti, bir şiir yazmalıyım ya da dağların dumanı aman ne güzel, hemen kırsal bir öykü çıkarmalıyım buradan, perspektifinde düşünmüyorum. Bu kadar basit ve uğraşsız olmamalı. Ama yazar, bunlardan elbette ki etkilenebilir, eserlerinde yansıtabilir. Sadece bunun sürekli olması, yazarı sıradanlaşmaya götürür.
Doom metal dinlemek, beni ve yazdıklarımı çok etkiliyor. My Dying Bride’ın The Dreadful Hours parçası, deneme yazarken kullandığım kült parçalardan biridir. Son ses, kulaklıkla. Uzunca bir süre dinler, birden sesi keserim. Zihnime vurulan drum sololarından sonra gelen sessizlik, beni çok kamçılıyor.
10.) Bir denemeyi, deneme yapan şey nedir? İyi yazılmış bir denemeyi nasıl anlarsınız?
Daha önce de bahsettiğim gibi iyi bir eseri anlamanın ilk yolu, üsluptur. Denemede de ilk baktığım şey, üslup. İyi bir denemecinin kelimelerle arasını maksimum düzeyde iyi tutması gerekir, ağdalı sözlerin yerini hakikat almalı. Yazmak, Türkçe’ye sözcük dikmektir biraz da, demiştim, yazdığım bir denemede, buna çok inanıyorum. Denemeci, kelimelerle yetinememeli. Üçüncü ve en önemli olan şey ise an’da kalmaktır. İyi bir denemeci, andadır. Yahut an, denemecidedir. Denemeci, yazdığı an’ı korkmadan okura teslim edebiliyorsa ve okur o an‘ın etkisinden kolay kolay kurtulamıyorsa, işte o denemecinin önünde şapkamı çıkarır, alnından öperim.
Bizleri an’da asılı bırakan bu güzel sohbet için tüm emeği geçenlere teşekkürler.