Hayat, o bir varmış bir yokmuş masallarındaki gibidir. Ancak çoğu zaman mutlu biteceğine inansan da hayat mutluluktan ibaret olmadığını da zaman zaman sana hatırlatır.
Sen hayatın seyrine dalmış çayını, kahveni, şarabını yudumlarken dertler ansızın gelir çalar kapını. Hayır, zaman zaman böyle çat kapı gelmesine alışıksındır da ama gün gelir bir de yanında getirdikleri vardır. Sen daha nedir ne değildir demeden bakmışsın o süzülüp girivermiştir içeri.
Oysaki sen, ‘aşinası’ olduğun müziğin ritminde gökyüzünde dans ederken, yanında getirdiği davetsiz dertler göğünü, göğsünü yerle bir eder. Öyle güçlü öyle beklenmedik bir fırtına eser ki göz gözü görmez olur ve kapkara toz bulutu ile kaplanır gökyüzün. Bir anda nefesin kesilir nefes alamazsın. Göğüs kafesin sıkışır, kalbin daralır hem de öyle bir daralır ki küçüldükçe göğüs kafesini yaracak kadar büyür. Sen daha elini göğsüne götürüp ne olduğunu anlayıncaya kadar diğerleri de karabasan gibi gelir çöker.
Fırtına tüm hırçınlığı ile kahkahalar ata ata gününü güneşini, ayını yıldızını, dününü bugününü ve seni oradan oraya savururken hangisine sarılacağını hangisini kurtaracağını bilemez bir oraya bir buraya çaresizce yalpalanır durursun.
Yetmezmiş gibi bir de o üzerine titrediğin, yeri geldiğinde incinmesin diye bulutlara sarıp sarmaladıkların var ya onları da alır ve sen o toz bulutu içinde iyice nefessiz kalırsın.
Ne acıdır gökyüzüne oya gibi ince ince işlediğin; oluk oluk sevgini akıttığın güneşin, ay’ın, yıldızların, senin göğsünü oluk oluk kanla doldurması…
Ama baktığında hepsinin ‘illaki haklı gidişleri vardır’ dersin de yine konduramaz, kondurmak istemezsin. Öyle ya o gökyüzüne oya gibi ince ince işleyen suçlu hali hazırda zaten sensin. Ne yaptıklarınla ne de yapmadıklarınla yaranamamışsındır. Ay’ın, güneşin, yıldızların, irili ufaklı gezegenlerin (aşkın, sevgilin, eşin, dostun, akrabaların, alayın), her gece uyumadan önce ‘Allah rahatlık versin’ diye dualarında sakladıkların… ‘Hepsi aynı anda mı?’ diye serzenişte bulunurken, koskoca gök yüzünde nefes olacak bir tane yıldız bulamazsın.
Ne büyük çaresizlik! İşte orada asıl kendinle yüzleşmen gerektiğini anlarsın.
Fırtına öyle bir esmeye devam eder ki içini delip geçmesini geçtim, kemiklerinin aynı anda yana yana kırıldığını hissedersin. Bin bir parçayla içinde şarapnel parçaları gibi dağılan kemiklerin, hayatının tüm eskizlerini de lime lime paramparça eder. O bir iki damlasında kaçtığın yağmurlar var ya; o yağmurları öyle bir ararsın ki toz duman arasında yanan kemik parçalarını savurup dağıtsa da nefes alsam diye bir damlasına avuçlarını açarsın. Ama yağmur yağmaz, zaman da akmaz… Öyledir, zaman da kusur kalmaz. Bir sarmaşık gibi sarar ve aheste aheste dolanır etrafına. Zaman, zaman dersin. Zaman aheste aheste geçerde ama göğüs kafesindeki o sıkışma var ya işte o geçmek bilmez. Çölde bir bardak suya hasret sebi gibi bir alımlık nefese hasret kalırsın ama sabır dersin.
Göğün yerle bir olmuş, sen nefes almak için debelenirken bir anda kendini o boşluğa bırakırsın. O muazzam boşlukla tanışırsın. Bir bakmışsın Araf’tasın. Adını bile anmaktan korktuğun yerin sana nefes aldırmasına şaşarsın. Fırtına yerini rüzgara bırakır, toz bulutu yavaş yavaş dağılır ve senin tek yaptığın nefes almaya çalışmaktır. Kocaman derin bir nefes alırsın. Sonra bir nefes daha…İçini acıtarak dolduran o katran karası hava var ya o havanın ciğerlerini yakmasını bile sevmeye başlarsın. Araf, ne büyük ne karanlık ne aydınlık ne soğuk, ne sıcak ne muazzam bir yer. Muhteşem! Bir alımlık nefes için kalbini elinde defalarca sıkıştırıp sıkıştırıp bırakmasına bile izin verdiğin ya da katlandığın yer. Soluklanıp, gözlerini açacak kadar nefes aldıktan sonra tüm pişkinliği ile ‘’Hey, tanışalım mı ben HAYAT’’ der o davetsiz dertler. Çünkü darma duman, talan ettiler ya şimdi öyle bir yanaşma hallerindeler. Ama yok, günübirliği bu kadarsa yatılı kalmalarına müsaade edemem.
Hayat ve ben. İşte şimdi yüz yüzeyiz. Hayat ben, ben hayat. İşte o zaman ilk defa belki de kendinle baş başasındır. Kendi kendinle yüzleşir, kendi kendinle konuşmaya, anlaşmaya başlarsın. Hayır hayır anlamaya değil, anlaşmaya başlarsın.
Çünkü o zamana kadar dinliyorum deyip de dinlemediğin o iç sesin var ya sen istesen de istemesen de kendini dinletir sana artık. Öyle şeyler anlatır seni sana öyle çarpar ki o seni alabora eden fırtına var ya boşuna çarpmamıştır ve işte o zaman anlarsın göğüs kafesini yara yara çıkanı. O iç sesin var ya, hani tanıdığın bildiğin hatta çok sevdiğin halde kafeslere kapatıp göğsüne sıkıştırdığın o ses, özgürdür ya artık sittin sene anlatır. Aynen öyle üstelik bir annenin evladını hem sevip hem dövdüğü gibi anlatır. Bir çarpar, bir sarılır ve sen yine sabır dersin. Çünkü burası Araf. Bir nefese, bir iç ses. Hayatı anlatır, seni sana anlatır, kalbini, aklını, yaptıklarını, yapamadıklarını ve bundan sonra yapacaklarını…Ve en önemlisi de sen her ne kadar kendince iyi ve haklı olduğunu zannetsen de senin de birçok hata yaptığını yüzüne vura vura ta ki bu yüzleşmeyi kabul edene kadar sana anlatır durur.
Anlaşmaya başlarsın, dinlemeyi öğrenirsin bazen dinledim der geçiştirmeye çalışırsın. Yok, bitti artık ama susturamazsın. O konuşur sen dinlersin ve en güzeli artık gerçekten seversin. Sarılırsın, ağlaya ağlaya, doya doya sarılırsın kendine.
Anlarsın;
Aslında marifet hayatın orasını burasını, gelmişini geçmişini kurcalamak değilmiş. Marifet; hayata teslim olup, iyisiyle kötüsüyle, doğrusuyla yanlışıyla, sevinciyle kederiyle, neşesiyle hüznüyle tüm getirdiklerine amenna diyerek eyvallah çekmekmiş.
Her daim her gelene şükredip, hayatla el ele geçmekmiş…
Fırtına kopar, güneş kaybolur, ağaçlar yıkılır, dallar kırılır, her şey yıkılır ve her şeyini kaybedersin. Ama bir gün mutlaka her şey başka bir suretle sana geri döner ve yeni ağaçlarda yeni çiçekler yeşerir.
Ve anlarsın ki en güçlü sabır değişime direnmemek, acıtsa da kendinle yüzleşebilmektir.
Bulutlar iyice aralanmaya başlar, gök yerine geçer gerilir genişler, güneş tekrar güler ve ağlayan kahkahalarınla o nefesi tekrar teneffüs edersin…
Sıcak bir kahve koyarsın ya da bir kadeh şarap yeni bir melodide hafif hafif ‘’hayatın’’ ritimlerini tutmaya başlarsın…
‘Hey, hayat benimle var mısın?’…