Bakmasın, göz yaşlarına yas sindiren yüzler, dört bir yanı, mutsuzlukla çevrili cenazelere. Ölüm, bütün yavşaklığıyla onlara ait, yaşam bütün çirkefliğiyle ellerinde. Dünya, kendisine kafa tutanı biçen, ilerlerken inananları parçalayan süratini kesti ayaklarımın altından. Olduğum yerde durdum. Bütün suçlarını kabul eden bir çocuk gibi sustu hayat.
Perdelerini kapayıp, yazı görmeyen düşler, dört bir yanı rutubetle kaplı evlerde çürüdü.
Eylül yirmi sekizin üstünden geçen dokuz bin günü, terk ettim. Ve de sizi. En çok sizi. Başka galaksilerde okşanan ruhlarınızı.
Rüyalarında vurulduktan sonra, leş düşüncelerini musluk çeşmesinde vaftiz eden, kafam acıyor. Damarlarımda yeşeren plastik torbalarla katili oluyorum, baş döndüren acıların dozunu kaçıran zihnimin. Uyandığı her yılın intikamını alıyor benden. Ya da ayıldığı, demeli. Kendimden bir duman çektikçe yitiyor şuurum. Sığmıyor bedenim üst katlara, Çağla. Nefes aldıkça yaşam içime batıyor. Üst katlarda salınmaya alışmış iç huzurlu oyunlar. Aşağı düşmenin ve kendini yere bırakmanın da bir aurası var. Oraya kendimi biraz fazla kaptırınca, aşağı düşmeye yalnızca “adrenalin” diyorum. Ama köküne kadar sıfıra sürünmenin kepazeliği bu. Kepazenin önde gideniyim, yüzsüz ve sürtüğüyüm cezalarını edepsizliklerimle ödediğim yaşamın.
En alt katta yankı yapmıyor, kötü kabuslar. Yerçekimine savunmasız Tanrı beni duymuyor.
Eylül yirmi sekizin üstünden, dokuz bin gün geçiyor. İstasyon ayrılıkları gibi, çok sevdiğim bir dostumu uğurluyorum bugün, başımızı çevirip farklı yönlerdeki trenlere bindiğimizde, gözlerimden bir yaş akıyor. Tüm bildiklerimi unutmak için kaçtığım yönlere ve çıkmaz sokaklara “yol” diyorum. Siz gittikten sonra ben bir yolunu buldum, yürümenin, sakatlıklarımı tedavi etmenin. Bir yolunu bulduğum adreslerde, dersler aldım. Zaten büyümek böyle bir şey değil midir? Hep kamçılanmış olursun, seçtiğin ya da itildiğin yollarda. Hep bulaşırsın birine, üzülürsün, dayak yersin, akıllanırsın sonra yine aklını kaybedersin. Çünkü yeni bir şey öğrendiğinde yine dövülürsün.
Yirmi sekiz eylül yalnızca veda ağrılarını tattırıyor bana.
Doğum ve ölüm arasında uzayan, uzadıkça çirkinleşen bir milattayım. Sağımda tekel, solumda acil servisler. Arkamda, kumpaslar. Önümde, göz yaşlarına yas sindiren yüzler. Gittiğim yer, panik esnasında kaçtığım kulübeler. Ahize başında numaraları rasgele çeviriyorum. Biraz hayat hakkında konuşmak istiyorum hiç tanımadığım biriyle. Anlatmak istiyorum. Ya da atlatmak. ‘Teşekkürler, görüşürüz!’ dedikten sonra, telefonu kapatıp, kendimi bir yerden atmak istiyorum. Yirmi sekiz eylülün üzerinden, dokuz bin gün geçiyor. Acılar olgunlaşıyor, bedenimde sıkışmaya başlayan ruha anjiyo yapmıyor gece. Usulca ve sakince, kapanıyor. Yani bir olay çıkmayana, kimsenin kafasına dişlerimi geçirmeyene ve ellerimden kopanların hesabını sormak için önce kollarımı aramaya çıkmayana kadar, ben de gece kadar uysal ve sakin kalıyorum. Şimdi, her şey yolunda. Kendimde bile bilmediğim yerlerinde başlayan patlamada kaç kişi öldü, bilmiyorum. Ama bir bomba patladı. Büyük bir bomba.
Büyüdün, dedi Tanrı. Sen öldürüldün sandın. Olgunlaşmaya başlayan ruhlar, kırbaçlandıkça ehlidir. İşte sırf bu yüzden zamanın her şeyin ilacı olduğunu düşünüyorum, düşündürüyor Tanrı. Ve öldükçe, yani büyüdükçe, yirmi sekiz eylül on iki de değil, saat dokuzda kapanıyor benim için. Çünkü biliyorum, kendimi bu yaşa varana kadar öldürmemiş olmam, büyümüş olmanın getirdiği bir mucizeden başka bir şey değil.
Eylül yirmi sekizin üzerinden geçen dokuz bin güne veda ederken, telefonlarımı açan herkese teşekkür ediyorum.
Görüşürüz.