Bazı şairler var, şiir falan yazmıyorlar. Yazı dilinde sohbet ediyorlar bizimle. Bir kır kahvesinde oturup “Bize iki çay ver oğlum!” dedikten sonra yaslanıp sandalyelerine, o gün başlarından geçenleri anlatıyorlar ötekine.
Nasırlarından ve güzel havalardan dert yanıyorlar. Süheyla’ya nasıl vurulduklarından, konu komşu Fahriye Abla’dan, sütten yumurtadan söz ediyorlar. Bir de, üstüne koy koy dolduramadıkları masalardan…
Mesela, masaya yaşama sevincini koyuyor adam. Anahtarları, pencereden gelen ışığı, ekmeğin ve havanın yumuşaklığını koyuyor. Dinliyor öteki, “Ben anlatsam bunları boş laf olur, adam sokağın gürültüsünden şiir yazıyor.” diye iç geçiriyor.
Edip Cansever’in masasına diktim gözümü bu gece. Bisiklet ve çıkrık sesini, aklında olup bitenleri tek tek dizdiği o meşhur masaya iliştim. Her gelip geçen bir şey koymuştu üzerine. Öyle kalabalık, öyle dağınıktı ki masa, ne uzanıp da koyduğu ‘sonsuz’ görünüyordu ne de pencereden sızan gün ışığı.
Oturmuş beklerken, eliyle sımsıkı kavradığı sarışın, mavi gözlü bebeğiyle küçük bir kız çocuğu çıkageldi. “Benim bebeğim” diye gururla göstererek koydu masaya. Başka çocuklar gelip “Aaaa ne kadar güzel bebek!” dedikçe yukarı doğru kıvrıldı dudakları, gözleri boncuk boncuk parıldadı.
Bir genç kız geldi ardından. Aşk dolu bir şarkı vardı sesinde, aldı, onu koydu masaya. Bir delikanlı gelip, yakışıklı bir tebessüm bıraktı o şarkının yanına. Orta yaşlı ve takım elbiseli adamlardan ilki, üstünde adının yazdığı bir kartvizit bıraktı. Bir diğeri, pahalı bir arabanın anahtarı ile birkaç deste para koydu. Öteki geldi, yumruğunu koydu masaya. Şık bir kadın geldi, gerdanındaki kolyeyi koydu bakışları ışıl ışıl. Güzel mi güzel bir kız geldi, elindeki aynayı koydu. Bir teyze dua, bir amca beddua, bir anne umut, bir baba hasret… Yükseldikçe yükseldi, bir heyula oldu. Korkular, heyecanlar, hayaller, öfkeler, kızgınlıklar, özlemler, dilekler, sorular ve cevaplardan koskoca bir dağ oldu, yine de yıkılmadı masa.
“Amma dayanıklıymış!” dedim. “Masa da masaymış hani!” Kim gelse buyur etti, çevirmedi geri. Tam gitmek üzereydim ki, arkamdan seslendi;
– Eeee, sen ne koyacaksın peki? “Bilmiyorum.” dedim gayri ihtiyari. – Bilmeye çok yakınsın. Hadi biraz düşün, sonra dön geri. “Peki.” dedim, sırt dönüp gittim. Bir şeye dokundu cebimdeki elim, Çıkarıp baktım, gülümsedim. Dönüp geri, “İşte bu” dedim. “ Bunu getirdim; kalemim.”