Dışarının ışığına bir türlü engel olamıyorum. Tüm perdeleri sımsıkı kenetledim. Duvarları siyaha boyadım. İnsanlar yeni güne başlarken benim günüm son buluyor. Hayatımı uykuma göre düzenledim. Bir dalabilsem. Uykunun en sığ köşelerine bile razıyım. Sırt üstü, kollarımı iki yana açıp yorganı omuz hizama dek çektim. Tüm benliğimle hazırım uyumaya. Tavanda bir nokta belirledim. Gözlerimi kırpmadan akan yaşlarla kapatıyorum. Yavaş yavaş kokusu duyuluyor cansızlığın.
Kör duvarlarımda bir kıpırtı oluşuyor. Siyah, kocaman bir gölge yanaşıyor bana doğru. Elinde, neredeyse hepsi erimiş bir mum tutuyor, buruşmuş titrek parmaklar. Korkmadan merakla bekliyorum tanıdık yüzünü. Simsiyah pelerininin başlığı ardında sadece sivrilmiş bir burun görüyorum. Hepsi bu. Gittikçe yaklaşıyor mumlu burun. Nefes alış verişimizin ritmi uyumla karışıyor birbirine. Birden sağ taraftaki bomboş duvarda bir perde beliriyor. Bembeyaz bir ışık. Daha önce hiç izlemediğim, belgesel mi film mi olduğuna karar veremediğim bir şey oynamaya başlıyor karşımda.
Enseme yapışan mumun ısısıyla ardıma dönüyorum. Siyah pelerinli her kimse yok olup gitmiş. Havada asılı kalmış mumun cılız ışığı. Baş ve işaret parmaklarım arasına sıkıştırıyorum mumu. Işığı bol perdeye doğru yürüyorum. Benle birlikte yüzlerce insan, oturmuş perdede oynananları izliyor hayretle. Bir perdeye bir insanlara bakıyorum. O an bütün başlar bana dönüyor. Perdede tek bir yansıma var artık. Elinde ışığı taşımaya çalışan kadın… Geri dönüp yatağıma uzanmak istiyorum. Ama kendimi kalabalık, yokuşu dik bir caddede buluyorum. Sokaklarını çok iyi bildiğim. Yanı başımda eski bir arkadaşım beliriyor. “Saçlarımı küt kestirdim. Bence sen de herkes de kestirmeli!” diyor. Öyle zayıflamış ki eskiden de küçüktü ama şimdi ufacık kalmış. Hızlı ve temkinli şekilde yokuşu inmeye başlıyoruz. İnsanlara çarpmamaya uğraştıkça daha bir yoğunlaşıyor cadde. Beş tane genç erkek, baştan ayağa aynı giyinmiş ve birbirine halay çeker gibi kenetlenmiş. Ürkerek, temas etmeden usulca geçiyoruz yanlarından. Masmavi giyinmiş başına da mavi kar maskesi geçirmiş bir adam onu kovalamamızı istiyor. “Hadi gidelim yoksa adamı kaçıracağız.” diyor arkadaşım. Sonsuz bir koşu yarışına girişiyoruz.
Birden kendimi yatağın kalabalık başucunda buluyorum. Yeterince yorulmadım mı sanki neden odamı seçmişler tartışmak için?
Hiç susmadan konuşuyor. Her zaman böyle değil miydi zaten? Kendimi sakince ifade edebildiğimi hatırlamıyorum. Sadece çılgın çığlıklar eşliğinde dikkate değer olabiliyor sözcüklerim. Ağzımdan çıkanlar acı veriyor ona. Tek çaresi şehirler boyu uzanan saçlarıma asılmak. Kökünden koparıveriyor düşmanını yok etmeye çalışırken var ederek. Kalabalığın gözyaşları tuzlu bir su yatağı oluşturuyor yatağımın çerçevesinde. Uzamış boyuyla esas düşmanını görüyor o sıra. Saçlarımın yumuşaklığından vazgeçiyor bu urda.
Bir noktayı andıran bedenini çeviriyor hızlıca. Kalçalarını oynatarak sağ elini hafifçe kaldırıp zarif olmaya çalışırken yapmacıklaşarak yürüyor. Ben de ona eşlik ediyorum. Sırtından iteliyorum. Hiç bitmeyecek bir uçuş başlıyor ardından. Zamanını, mekânını bilmediğim bir havada, yerde buluyorum kendimi. Dev, mavi bir ekranda tozpembe kristallere dönüşüp patlıyor sesli yüzüm. Tüm cam kırıkları kollarımı delip geçiyor. Göz kapaklarımı kaldırıyorum güç bela. Yerdeyim. Halının üzerinde. Yorganımla belli bir düzende yatıyoruz. Bir süre kendime gelemiyorum. Ardından tekrar yatağın sıcaklığına gizliyorum düşlerimi. Perdelerin arasından yine de arsız bir gün ışığı giriyor içeriye.