Blog, Deneme

ZEYNEP AKKAPTAN – CUMARTESİ SENDROMU

Yalnızlık eşyalarla paylaşılır mıydı, baktığım kahve fincanı da en az benim kadar yalnız olmaz mı? Mesela duvarda asılı duran tüfeği alıp kafama sıksam bir bütün eder miydik? Yalnızlık yarım mıydı da ben bir bütünleyici arıyordum. Aynı evdeydim, aynı odada, aynı sokakta fakat aynı yılda değildi bir taraflarım. Eskilerdeydi, oturduğum koltuğun ağacı kadar köklü bir geçmişteydi. Merak ediyordum, gündüz ve gece sevişirken ardında ne bırakırdı, içimde hangi hisse çanak tutardı da ben o meyvelerden şarap yapardım. Keskin bir zehrin tesirinde tüm cümlelerim. Kelimeler herkes içindi oysa bu cümleler sarhoşken sadece benim anlamıma geliyordu. Sözlük bir cins, benim adım henüz sınıflandırılamamıştı bile.

Öyle asık maskeli bir palyaço gibi evde dolanıyordum.

Hiçbir günün yarım bir saatinde cumartesiydim.

İdrak edebilmenin zorbalığı vardı üzerimde. Karşımda uzanan kitaplar içime yığılıyor, ruhumu sıkıştırıyorlardı. Artık bilmek değil, aptallığın sönük zaferini de tatmak istiyordum. Biliyorum bu imkânsız. Sadece en başından hiç okumamış, okuduğunu anlamamış bir doğuş bunu seçebilirdi. Aslında bu bir seçimsizlikti. Ben seçeneği hayal edenlerdendim. Bunca içimdeki ağaçların yeşilliğine rağmen hep salıncak kurar, gökyüzünü de merak ederdim. Hiç yetinmeyi bilemedim. Kitapları okumakla kalmaz, iyi geceler de dilerdim. Biliyordum onlar ben istedikçe daha fazlasını verirlerdi.

Peki, her istediğim olur muydu?

İki seçeneğim vardı, gözden ırak olacak ve zihnimin içinde bucak bucak susacak. Bunun dışında bir şey seçmemiş, sonucunu bilmekten kaçınmıştım. Ben böyle mutluydum, savaşla biten bir sonu çiçekler gibi rengârenk çocuklarla anmaya, hiç olmamış mevzuları oldurmaya meyilliydim. Gerçek olan hiçbir şey baki ve güzel değildir. Biraz zaman geçti biraz ümit ama tortusu bir ömür kaldı şu kursağımda. Gün biter sen bin yıl uyursun bedelini bir ihtiyarın gözyaşlarıyla toprağa gömersin. Ee, ne demiş şair “Kuş ölür, sen uçuşu hatırla” Tam bir felsefe, tam bir tutkunun son durağıdır bu. Pencerenin önünde arkada bir şarkı çalar sen onu diline tutturdun sanırsın, o seni avucunda plak gibi geri sarar. Bir sigara daha yakarsın için kararır, gökyüzü hala mavidir. Sen bulutlusun diye yağmur indirmez, yoruldun diye bir gününü heba etmez. Hayat insan değildir, ardındakileri bu kadar düşünmez.

Yarım saat geçiyor, geçmiyor susuyorum. Ne zırvalıyorsun sen? Yine terliklerine mi mırıldanıyorsun? İki yanağımın ortasındaki burnum bile benimle konuşurdu. Küfür eder gibi gerçek bir fabl hikâyesiydi bu. Cumartesi dediğime de bakmayınız bilhassa çok hassas yelkovanları olan birisiyim. Cümledeki nokta kadar net, saçma yerlere püskürebilecek kadar susturucuyum. Ünlem desen fazla bağırıyor pek sevemiyorum. İki elimin arasındaki başım ayaklarına gülerken çok pazarlıkçı; hangi parmaklarını keserse bir şey değişmez hesabında zırvalıyor. Bir pazar yerinin hayırsız esnafı gibi yine siftah yapamıyor. Kim üç kuruş verirdi ki böyle bir satıcıya. Bir yanı filozoflara bıçak çekiyor, bir yanı netliğin ağası. Fakat birbirlerini götürdüklerinde tek başına bir insan kalıyor. Yine durdu zaman, yine durdu iki ayrı yelkovan. Birisi içime, diğeri dışıma akardı. Yıkandığım bu hayat banyosundan aklımda son bir şey kalıyordu, gülecek kadar deli, ağlayacak kadar insan ve ağlarken gülebilecek kadar kendimdim. Ben insanların nefes alışlarına açtığı savaşı değil, kendi içimdeki ilk ve son savaşı durdurmuş ve artık bu koltukta uyumuştum.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir