Yeni odamdayım. Masamın tam karşısında bembeyaz bir duvar var. Sağ arka tarafımda kalan pencerenin pervazında bir kuşun ötüşü eşlik ediyor bana. Dışarıya karşı kapadım tüm kapılarımı. En ufak bir sızıntıya karşı bertarafım şimdi. Biliyorum ve görüyorum çoğunlukla. İnsanlar böyle işte. Gör ama gördüğünü anlamasınlar. Bil ama bildiğini sezmesinler. Her şey iyi merak etme. Her şey değişiyor, dönüşüyor, başkalaşıyor. Ne yazsam ne söylesem faydasız. Gözlerimi eğleyecek bir şeyler arıyorum. Masanın sol tarafında kalan çekmeceleri karıştırıyorum tek tek. İlk çekmeceden kayısılar çıkıyor. Mis kokulu sulu sulu bir kayısıyı ellerim ister istemez dudaklarımla buluşturuyor. Bir ısırık sonrası kayıveriyor ellerim arasından, tok bir ses eşliğinde yuvarlanarak, kapının ardında son buluyor yolculuğu.
Hızlıca ikinci çekmeceyi açtığımda burada olmaması gereken bazı fotoğraflar ilişiyor gözüme. Bir kadın, bir adam ve somurtkan yüzlü bir çocukla göz göze geliyorum. Sanki birisi beni izliyormuş gibi bir hisse kapılıp aceleyle toparlıyorum orada olmaması gereken fotoğrafları. Gelişigüzel yere saçılıyorlar titreyen ellerimin kayganlığında. Derin bir nefes alıp yerdeki fotoğrafları aceleyle cebime tıkıştırıyorum. Doğrulduğum sıra başımın masayla selamlaşması acı veriyor. Dudaklarım arasından boşluğa belli belirsiz harfler dökülüyor.
Üçüncü çekmeceye korku ve merakla yaklaşan elim, farkında değilmişçesine açıyor ve bir anahtar buluyor karşılığında. Fakat tam anahtarı almak üzereyken koridordan gelen şişman kadının pembe terliklerinin gürültüsü durduruyor beni. Teklifsizce açıyor kapıyı. Bu kez üzerindeki kıyafetler baştan ayağa yeşil. Yeşil, ojeli tombul parmaklarıyla küçük, yeşil şapkasını düzeltip yine yemyeşil dudaklarıyla yaklaşıyor masama. Vücudum kaskatı kesiliyor o yeşil gülüş karşısında. Ve üçüncü çekmecenin açıklığında parlayan anahtarı usulca çekip alıyor. Bense hiçbir şey yapamıyorum. Şişman kadının peşinden gidip anahtarı alamıyor, seslenemiyor sadece öylece afallamış vaziyette bembeyaz duvarıma bakıyorum.
Birden, o beyazlığın içinden süzülen anahtarın hayali kendime getiriyor beni. Aceleyle kalkıp bomboş koridorda yeşilli kadını arıyorum. Seslenmek istiyorum fakat sesim boğazımda düğümleniyor. Her yan bembeyaz kapılarla dolu. Koşuyorum koşuyorum hiç durmamacasına. Önüm sıra sakin adımlarla ilerleyen sırtı bana dönüp bir kadın görüyorum. Elimi omzuna değdirdiğim an yüzünü dönüp:
“Seni saçma buluyorum.” diyor.
“Nasıl bu kadar güzel olup da hüzünlenebiliyorsun?” Sorusu dökülüyor dudaklarımdan.
“Güzel olmak hüzün barındırmaz mı biraz da?”
Yanıtımı beklemeden uzaklaşıyor yanımdan. Kokusunu dahi tanıyıp bildiğim kadın.
Az ileride, yerde, gövdesinden aşağısı balığa dönüşmüş bir adam görüyorum. Elinde kahve fincanı, ufku seyre dalmış. Kulağında, kırmızı inci küpesi salınarak. Çaresiz gözlerle yeşilli şişman kadını arıyorum. Aradıkça daha da bulunmaz oluyor kadın. Aramayı bıraktığım an burnumun dibinde bitiyor. Şaşırıyorum ama olsun buldum ya sonunda. Bu kez kıyafetleri turuncuya dönüşmüş. Saçları da buna dâhil. Kalçalarını sağa sola yalpalayarak:
“Bunu mu arıyordun? O yüzden mi buralara kadar peşimden geldin?” diyor.
Uzatıyorum elimi, avuçlarıma bırakması için aynı zamanda kaybediyorum anahtarı da kadını da. Beyazlığın içinde kaybolmamak için arayışlar içindeyken, cebimden dışarıya sarkmış somurtkan yüzlü çocuğun fotoğrafına sığınıyorum. O andan sonra içimi bir güven kaplıyor. Biliyorum çünkü o somurtkan çocuk bana doğru yolu gösterecek.